geçmişedir özlem yaşanmışlara ve derinine daha da derinine varlığı dayanır ezele saflığa paklığa tertemizliğe gelince unutulan söze evet sen bizim rabbimizsine gelecektenim içimde bir ihtiyar var iki yüz elli yaşında değil yediğimiz şaplağa kirlenmemize ağladık bağıra çağıra bu kokuşmuş pespaye dünyaya alem-i ervahtan yuvarlanışımıza gelecekte geçmişim gençliğim gücüm şehvetim iki yüz yirmi beş yaşım yorgunum halsizim ve hep uykusuzum eski günleri özlüyorum henüz yaşamadığım onu seviyorum henüz tanışmadığım geçmişim gelecekte derdime olsa bir çare yazmazdım […]
Kocaman, kara bir yılan ayıyı sarmıştı. Yoldan geçen birisi ayının o halini gördü, acıdı da, cesaretini toplayıp ayıyı yılandan kurtardı. Ayı da tıpkı Ashab-ı Kehf’in köpeği gibi adamın peşine takıldı, artık ondan ayrılmadı. Derken o adam hastalanıp yataklara düştü. Ayı da onu bırakıp gitmedi. Bir dostu uğradığında yanıbaşında ayıyı görünce: “Bu ayıyla ne işin var?” diye soruverdi. Hasta da olanı biteni anlattı. Arkadaşı: “Bir ayıya bu kadar güvenme, ona gönül verme” dedi ve ekledi ” ahmağın dostluğu düşmandan beterdir. […]
ben anamın güzeliyim sadece vardı kanımdan olmayan kardeşlerim de kıskanılacak bir şeyim yoktu yine de götürdüler beni hinlikle pikniğe kulaklarına ünlemedi kimse aman ha ona dikkat edin diye vardık geldik nihayetinde bir vadiye esti soğuk bir rüzgar sinsice koydular beni bir başıma bilinmezliğe dünya kurdu kopardı döşümden okkalı bir parça kirli gömleğimi buladı kana ama içimin kuyusuna düşmek düştü bahtıma bir kış ve bir bahar geçti o günden bu yana ne bir rüya vardı aklımda ne bir kervan ufukta […]
“Güneş, gecenin en karanlık anından sonra doğar; dememiş mi Mevlana, bunu sen de biliyorsun” dediler. “Biliyorum” dedim ben de… Geceydi. O ilk ‘en karanlık anı’ hatırlıyorum. Beyninden vurulmanın nasıl bir şey olduğunu yaşamıştım rüyamda, o an gıyaben de biliyordum artık. Etraf öfkeye bulanmıştı. Yıkadım, sildim hepsini. “Bundan daha karanlık olamaz herhalde, güneş doğacak sanırım” dedim. Dilim kopaydı… Geceydi, hava sıcaktı. Bir şey olmuştu yine… Yüksek bir yerden yere çakılmanın nasıl bir şey olduğunu da yaşamıştım rüyamda ve o an da […]
Yakın geçmişte popüler olan bir söz geldi hatırıma; “Ben hayattan dondurma istiyorum, hayat bana dolapta karpuz var diyor.” Bu son nefese kadar böyle gidecek. Bazen dondurmayı verecek ancak aroması farklı olacak, bazen biz karpuzu yedikten sonra dondurma verecek, bazen “gece gece icat çıkartma” diyecek, bazense dünyanın en güzel dondurmasını ve karpuzunu aynı anda koyacak önümüze. Şu gerçek ki, hep isteyeceğiz. İcaz vardır Halık’ın sözlerinde. O bir der, içinden bin anlam çıkar. “Ben sizi ANCAK bana kulluk edesiniz diye yarattım” […]
bileceğin gibi birgün çatlamak için küheylan gibi koşmaktayım önümü görmeden göreceğin gibi birgün geceye hasret gazanyalar gibi solmaktayım gündüzleri hiç sevmeden seveceğin gibi birgün kalemi keskin bileği pek o şah gibi karartmaktayım gözümü haktan gayrı görmeden göreceğin gibi birgün ayakları şişmiş mecnun gibi sevmekteyim seni kimsin bilmeden bileceğin gibi birgün olmak için gökteki yıldızlar gibi çok öldüm kimseye belli etmeden
Buradayım. Olmak istemediğim yerde, her birinin sonu uçurum olan satırların başında. Aslında satırların değil, telefonumun başında. İşlerimin çoğunu buradan hallediyorum çünkü. Boynum ağrıyor telefona bakmaktan. Sen olsaydın sana bakmaktan bir yerim ağrımazdı. Ama orada değilim daha, buradayım. Buradaysam dolmuşumdur. Işıklar sönmüş, yollar kapanmıştır. Sana gelen yollarsa… Bekle, geleceğim buradan oraya, sanırım, henüz değil. Buradayım. Yine bir dolunayın altında. “Mucize aslında bunun ikiye bölünüp tekrar birleşmesi değil, belirsiz bir zamandan beri tekrar ve tekrar aynı yolda yorulmadan, usanmadan dönüp […]